Liseye gidip gelen, kitap okumayı seven sıradan bir genç kızı düşünün. Hazel Grace Lancaster bu sıradanlık tanımından çok uzak bir hayat yaşıyor. Çok küçük yaşta akciğer kanseri tanısı konulan Hazel Grace, tüm hayatını bu gerçekle yaşıyor ve sıradan bir yaşam için tabiri caizse can atıyor. Fakat onun için her zaman endişeli olan annesi ve onu korumaya yemin etmiş olan babası üzerine titrerken ve gittiği her yere bir solunum tüpüne bağlı olan bir oksijen deposu taşımak zorundayken bu hiç kolay olmuyor. Bundan dolayı Hazel tüm hayatını odasında, en sevdiği kitapları tekrar tekrar okuyarak geçiriyor. Bu hareketsiz ve oldukça depresif hayat tarzı annesini rahatsız ettiği için binbir kandırma yöntemi ve ısrarla Hazel’i kanserden kurtulan çocuklar toplantısına yazdırıyor. Orada kendisi gibi olan gençlerle tanışmasını ve sosyalleşmesini istiyor fakat Hazel bunu sürekli geçiştiriyor.
Bir gün annesinin ısrarlarına dayanamayan Hazel Grace Lancaster, oksijen tüpüyle birlikte toplantıya gidiyor ve orada ağzında yanmayan bir sigarayla etrafa gülücükler saçan Augustus Waters ile tanışıyor. Çocuğun bu pozitif ve umursamaz tavırları Hazel’ı her ne kadar rahatsız etse de bir yandan da ilgisini çekiyor ve ona bakmadan edemiyor. Toplantıdan sonra birlikte vakit geçiren Augustus ve Hazel birbirlerini daha yakından tanımaya başlıyorlar ve kısa süre içerisinde Augustus’un kanserden bir bacağını kaybettiğini öğreniyoruz. Augustus’un en büyük hayali “unutulmaz bir hayat yaşamak” ve en büyük korkusu da “birgün unutulmak”. Birbirlerine önerdikleri kitaplar sayesinde bağ kuran iki gencin arasında kısa süre içerisinde ölümsüz bir aşk doğuyor fakat film sonunda yaptığı ters köşe ile kalbimizi dağlıyor.