bifikirbifikir

En Korkunç Deneyler: Tarihteki En Korkunç 12 Deney

En Korkunç Deneyler: Tarihteki En Korkunç 12 Deney
Bilimin tarih boyunca gelişmesinde ve bugünkü noktaya gelmesinde en büyük pay sahibi, cesur ve kimi zaman “aykırı” davranabilen bilim insanları. Onlar araştırmaktan, soru sormaktan ve canla başla çalışmaktan vazgeçmedikleri için bugün bunca bilgiye ve olanağa sahibiz. Ancak her alanda olduğu gibi, bilimin de belli başlı etik kuralları var. Bu kuralların dışına çıkılması ya da araştırma gücünün yanlış ellere geçmesi, korkunç sonuçlar doğurabiliyor.

Aşağıdaki listede, insanlık tarihi boyunca yapılmış en korkunç deneyleri okuyacaksınız. Bunlardan bazılarının sonucunda kimse zarar görmedi, ancak insanlık adına kan donduran sonuçlar elde edildi. Ne yazık ki birçoğunda da savunmasız insanlara korkunç zararlar verildi. Bu kan donduran deneylerden bazıları işlerin ters gitmesi, bazıları da yalnızca bir ya da birden fazla psikopatın hasta ve katil ruhlu olması nedeniyle gerçekleşti. Bu listeyi yazması hiç kolay değildi, okumanın da kolay olacağını sanmıyorum. Ancak bilim, tıp ve insanlık tarihine kapkara lekeler olarak geçen bu deneylerden herkesin haberi olması gerektiğini düşünüyorum. Bir daha böyle kabuslar yaşanmaması için…

1. Stanford Hapishane Deneyi

Zimbardo Deneyi ismiyle de anılan Stanford Hapishane Deneyi, insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en korkunç deneylerinden biri olarak nitelendiriliyor. Çok sayıda araştırmaya, kitaba ve filme de konu olmuş olan bu deney,...

1971 yılında sosyal psikolog Philip Zimbardo tarafından yapılan ve bu nedenle onun ismiyle de anılan Stanford Hapishane Deneyi, insanların sosyal rollere karşı verdiği tepkileri çözümlemek amacıyla gerçekleştirildi. Stanford Üniversitesi’nin bodrum katına kurulan sahte bir hapishanede yapılacak deneyin 24 katılımcısı vardı. Tümü üniversite öğrencisi erkeklerden oluşan katılımcılar iki eşit gruba bölündü. Bir grup mahkum, bir grup da gardiyan rolünü üstlenecekti. Deneklere sadece bir hapishane simülasyonunun içinde iki hafta geçirecekleri söylendi.

Deneyin gerçekçi olabilmesi için, mahkum rolündeki denekler deneyin başlayacağı gün evlerinden gerçek polis memurları tarafından ters kelepçeyle tutuklanarak ve gerekli tüm prosedürlerden geçirilerek sahte hapishaneye getirildi. Kurallar basitti: Mahkumlar gardiyanların sözünü dinlemek, gardiyanlar da mahkumlara söz dinletmek zorundaydı. Fiziksel şiddet uygulamaları yasaktı. Ancak aşağılama, uykusuz bırakma, sözlü şiddet ve korkutma serbestti. Mahkumlara üçer kişi paylaşacakları küçücük hücreler, gardiyanlara da konforlu ve rahat alanlar verildi. Böylece deney başladı ve daha ikinci gününden çığrından çıktı.

Gardiyanların acımasız tavır ve uygulamalarına maruz kalan mahkumlar, onların verdiği emirleri dinlemeyeceklerini söylemeye başladı. Bunun üzerine gardiyanlar gitgide çığrından çıkarak psikolojik şiddetin boyutunu artırdı. Henüz deneyin ikinci günüydü ve deneklerin tümü bir deneyin içinde olduklarını unutmuş gibi davranıyordu. Zimbardo, bunları gördüğü halde deneyin bir süre daha devam etmesine izin verdi. Bu süreçte gardiyanlar giderek canavarlaştı, mahkumlar da ağır psikolojik işkencelerden geçti. Deney planlanan tarihten önce mecburen sona erdiğinde, deneklerin tümünün psikolojisi bozulmuştu. Gardiyan rolünü üstlenen denekler karşılarında gerçek suçlular olmadığını birkaç günde unutmuş, onlara verilen güçle insanlıktan çıkacak noktaya gelmişlerdi.

2. Üçüncü Dalga Deneyi

Üçüncü Hare Deneyi olarak da adlandırılan Üçüncü Dalga Deneyi, gelmiş geçmiş en tartışmalı ve korkunç deneyler arasında gösteriliyor. Deneyin etik dışı olarak adlandırılmasının en önemli sebebi, henüz lise ikinci sınıfa...

1967 yılında Kaliforniya’nın Cubberley Lisesi’nde Karşılaştırmalı Dünya Tarihi dersi veren Ron Jones adlı bir öğretmen, öğrencilerine faşizmin en demokratik ve eğitimli toplumlarda bile ortaya çıkabileceğini göstermek için çok tehlikeli bir yol seçti. Öğrencileri üzerinde bir deney yapmaya karar verdi. Deneye başlayacağı gün öğrencileri gelmeden sınıfı düzenledi, ışıkları kararttı ve klasik müzik açtı. Sınıfa gelen öğrencilere onlara biraz disiplin katabilmek için bir deney yapacağını söyledi. Deneye katılmayan öğrencileri de alttan alta sınıfta kalmakla tehdit ettiği için, tüm öğrenciler bu uygulamaya katılmaya gönüllü oldu.

Jones, deneyin ilk gününde öğrencilere bazı kurallar koydu. Artık herkes sırasına dimdik ve aynı pozisyonda oturacaktı. Söz almadan konuşmak ve üç kelimeden uzun cümleler kurmak yasaktı. Herkes ona Bay Jones diye hitap edecek, saygı kurallarını aşmayacaktı. İkinci günde öğrencilerin oluşturduğu gruba bir ad koydu: Üçüncü Dalga. Üçüncü Dalga grubundaki herkes birbirlerini gördükleri her yerde aynı selamlama hareketini yapacaktı. Bu ilginç uygulamanın ünü, daha ikinci günden diğer sınıflara yayılmaya başladı. Uygulamanın çok havalı olduğunu düşünen diğer öğrenciler, Jones’un dersini almak için sıraya giriyordu. Bunun üzerine, Jones üçüncü günde öğrencilerine başka öğrencileri gruba hangi koşullarda dahil edebileceklerini de anlattı.

Üçüncü günde yaşanan bir gelişme daha vardı: Jones, tüm sınıftan gözlerini kapamalarını isteyip rastgele üç öğrencinin omuzlarına dokundu. Bu üç kişi artık sınıfın gizli polisleriydi ve kurallara uygun davranmayanları Jones’a şikayet edeceklerdi. Artık üçten fazla öğrencinin bir araya gelip konuşması da yasaklanmıştı. Bu esnada da öğrenciler iyice havaya girmiş, gruptan olmayanlara zorbalık yapmaya başlamış ve Jones’u bir lider konumuna sokmuşlardı.

Dördüncü günde Jones, deneyin çığrından çıkmaya başladığını nihayet anladı. Öğrencilerini etrafına toplayarak onlara bu deneyi neden yaptığını, faşizmin nasıl sonuçlar doğurduğunu anlattı. Ardından da bir Nazi belgeseli izletti. Olan bitenden kısa sürede haberdar olan velilerin şikayeti üzerine, Jones derhal okuldan uzaklaştırıldı. Dört gün içinde öğrencilerin psikolojisini altüst eden bu deney de sonuçlandı.

3. Milgram Deneyi

Nazi savaş suçlularının birçoğu, yakalanıp adalet karşısına çıkarıldıklarında kendilerini şu şekilde savunmuştu: “Ben sadece bana verilen emri uyguladım!” Elbette bu savunma elini vicdanına koyabilen kimsede gerçek bir karşılık bulamıyor. Ancak...

II. Dünya Savaşı’nda yaşanan ve insanlık tarihinin en büyük utançlarından biri olan soykırımı düşünün. Evet, bu soykırımın lideri ve en büyük müsebbibi Hitler’di. Peki, toplama kamplarında masum insanları gaz odasına gönderen, kurşuna dizen ya da onlara işkence yapan Nazi askerlerinin hiç mi suçu yoktu? Söz konusu subaylar savaş sonrasında adalet önüne çıkarıldığında, kendilerini hep aynı şekilde savundu. Yalnızca onlara verilen emri uyguladıklarını söylediler. Peki, bu esnada vicdanları neredeydi?

1961 yılında Yale Üniversitesi’nde yapılan Milgram Deneyi, soykırımda dahli olan kişilerin neden bu katliamın bir parçası olduğunu anlamak amacıyla yapıldı. Bu korkunç suçun işlenmesi gerektiğine gerçekten inanmışlar mıydı, yoksa yalnızca otoriteden gelen emri mi uygulamışlardı? Deneyin katılımcıları bir gazete ilanıyla 20-50 yaş aralığındaki erkeklerden seçildi. Deneklerin sosyoekonomik düzeyleri, yaşam koşulları ve kültür seviyeleri farklıydı. Onlara, deneyin cezanın öğrenme sürecine olan etkilerini araştırmak amacıyla yapıldığı söylendi. Yine onlara anlatılana göre, aralarından kura çekilecekti ve çıkan sonuca göre bazılara öğretmen, bazıları da öğrenci rolünü üstlenecekti.

Aslında durum farklıydı. Kuradaki tüm kağıtlarda “öğretmen” yazıyordu ama deneklerin bundan haberi yoktu. Öğrenci rolünü üstlenecek kişiler profesyonel aktörler arasından seçilmişti. Kurada tesadüfen öğretmen çıktığını sanan denekler, tek tek odalara yerleştirildi. Karşılarındaki odada da öğrenci rolünü üstlenen birer aktör vardı. Denekler aktörleri duyabiliyor, ancak göremiyordu. Öğretmenlerden öğrencilere bazı sorular sormaları ve bilemedikleri takdirde önlerindeki butona basarak onları cezalandırmaları istendi. Ceza, elektroşoktu.

Elbette buton sahteydi. Öğretmenler butona bastığında öğrenci rolünü oynayan aktörler elektroşok verilmiş gibi çığlıklar atıyor, duvarları yumrukluyordu. Verilen her yanlış cevapta şok düzeyi de artırılıyordu. Her öğretmenin başında birer deney gözlemcisi vardı. Eğer öğretmenler elektroşok vermekte tereddüt ederlerse gözlemci onları sözlü olarak devam etmeleri yönünde uyarıyordu. Deney iki koşulda bitecekti. Ya öğretmenler dört kez peş peşe tereddüt edip uyarılırlarsa, ya da 45 voltla başlayan elektroşok düzeyini 450 volta kadar çıkarırlarsa…

Deneyin sonuçları korkunçtu: 40 katılımcının 26’sı, öğrencilere (yani kurayla öğrenci rolünü çeken masum denekler sandıkları kişilere) 450 volt elektroşok uygulamaktan çekinmedi. Deneklerin hiçbiri, elektroşok düzeyi 300’e ulaşana kadar tereddüt bile etmedi. Öğrenci rolündeki aktörlerden duydukları tüm çığlıklara ve yalvarmalara rağmen.

4. Hofling Hastane Deneyi (Astroten Deneyi)

Başta Hitler olmak üzere, gözünü kan bürümüş diktatörlerin emriyle yapılan katliamlardan her birimiz haberdarız. İnsanlık tarihine kapkara birer leke olarak geçmiş olan bu katliamlar, hâlen dünyayı ve insanın nasıl korkunç...

Hofling Hastane Deneyi de Milgram Deneyi’ne çok benzer bir amaçla gerçekleşti. 1966 yılında  Psikiyatrist Charles K. Hofling’in yönetiminde gerçekleşen bu deneyde bir hastanede çalışan hemşireler test edildi. Hemşirelerin hiçbir şeyden haberi yoktu. Onlara, kimliği belirsiz bir doktordan talimat geldiği ve hastanede yatan tüm hastalara Astroten adlı bir ilaçtan 20 mg verilmesi gerektiği söylendi. Hemşireler, Astroten’in yalnızca 10 mg’ının öldürücü düzeyde olduğunu biliyordu. Dahası, isimsiz bir doktordan gelen bir talimatı uygulamak da hastane kurallarına göre suçtu.

Tıpkı Milgram deneyinde olduğu gibi, sonuç kan donduran cinstendi. 22 hemşirenin 21’i, hiçbir şeyi sorgulamadan ilacı alarak hastaların yanına doğru yola çıktı. Görevliler hepsini yolda durdurarak bunun bir deney olduğunu anlattı. Ancak eğer bu bir deney olmasaydı, hastanedeki hastaların tümü ölmüş olacaktı.

5. Josef Mengele Deneyleri

İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ve en korkunç canavarlarından birinin Josef Mengele olduğunu söylemek mümkün. Eski bir Nazi subayı olan Mengele, “Hitler’in Özel Katili” ya da “Ölüm Meleği” unvanlarıyla...

Milgram ve Astroten deneylerinin sonucunda kimse zarar görmedi. Yalnızca otoritenin yanlış ellere geçmesinin nasıl korkunç sonuçlar doğurabileceği ve insanların otoriteye nasıl sorgulamadan baş eğebildiği bir kez daha kanıtlanmış oldu. Ne yazık ki, tarihte bunun gerçek örnekleri de yaşandı. Bu örneklerden en korkunç ve inanılması zor olanlarından birinin başında da, eski bir Nazi subayı olan Josef Mengele vardı. Auschwitz’de senelerce çalışan Mengele, Hitler’in Özel Katili unvanıyla da anılıyordu. Yaklaşık iki milyon kişinin ölümüne sebep olduğu tahmin edilen bu cani; kimlerin gaz odasına gönderileceğine, kurşuna dizileceğine ya da ölesiye çalıştırılacağına karar veriyordu. Ancak zalimliğiyle ün saldığı başka bir konu daha vardı. Kendisi, Hitler’in hayalindeki üstün ırkı yaratabileceğine inanmış psikopat bir doktordu ve Auschwitz’e gelen masumlar üzerinde insanlık dışı deneyler yapıyordu.

Yıllar sonra Auschwitz’den sağ kurtulabilen kişilerin anlattıkları, Mengele’nin insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük canilerinden biri olduğunu da ortaya çıkardı. Daha da korkuncu; Mengele’nin kurbanları çoğunlukla bebekler, çocuklar ve zihinsel engelli kişilerdi. Mahkumlara uyguladığı basınç testi, narkozsuz ameliyatlar, hastalık enjekte etme, cinsel saldırı ve türlü işkenceler nedeniyle Mengele, kampta Ölüm Meleği ismiyle ün salmıştı. Özellikle ikizler, onun bu hasta ruhlu deneylerinin özel ilgi alanıydı. Yapışık ikizleri narkozsuz ameliyatlarla ayırmaya, iki kardeşin vücudunu da yine korkunç koşullarda birleştirmeye çalıştığı biliniyor. 1945’te Rus ordusu Almanya’ya girince Auschwitz’den kaçan Mengele, hâlen dünyanın en korkunç insanlarından biri olarak anılıyor. Elbette bu caniyi insan olarak nitelemek bile oldukça güç.

6. 731. Birim Deneyleri

731. Birim, Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı işgal etmesinin ardından bu bölgede kurduğu tesisin adıydı. Tesisin amacı kağıt üzerinde hem bölgeye su temin edebilmek, hem de çeşitli hastalıkları inceleyebilmekti. Ancak işin aslı,...

Birbirinden korkunç utançlarla dolu II. Dünya Savaşı sırasında, akıl ve insanlık dışı deneylere sahne olan bir yer daha vardı: Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı işgal etmesinin ardından burada kurduğu 731. Birim. Bu tesis, sözüm ona bölgeye su temin etmek ve salgın hastalıklarla mücadele amacıyla kurulmuştu. Ancak işin iç yüzü bambaşkaydı. 731. Birim’e yalnızca burada çalışanlar girebiliyor, ancak çevre sakinleri tesise kamyonla getirilen insanların hiçbirinin bir daha dışarı çıkamadığını fark ediyordu. Gelenler çoğunlukla Çin ve Rus esirleriydi. Sonradan yapılan araştırmalara göre sayılarının üç bini geçtiği düşünülen denekler, 731. Birim’de senelerce akıl almaz işkenceler gördü.

Deney başlığı altında yapılan bu işkencelerin temel amacı, insan vücudunun hepsi birbirinden korkunç senaryolara karşı ne tepki vereceğini anlamaktı. Bu sebeple deneklere çeşitli hastalıklar enjekte edildi, kan kaybından ne zaman öleceklerini görmek için kolları ya da bacakları kesildi. Çok sıcak ya da soğuk odalarda yanmaları veya donmaları izlenildi. Hiroşima’ya atom bombası atılana kadar, 731. Birim’de yaşanan bu kabustan kimsenin haberi olmadı. Rus ordusu Mançurya’ya girdiğinde, Japon ordusu tesisi içindeki deneklerle birlikte yakarak yok etti. Çevre halkı da kurşuna dizildi ve tesis çalışanları Güney Kore’ye kaçtı. İlerleyen yıllarda çalışanlardan bazıları 11 ülkenin ortaklaşa kurduğu mahkemelerde yargılandı ama hangi yargılama böyle korkunç suçları telafi edebilir ki?

7. Canavar Çalışması

Canavar Çalışması ya da Canavar Çalışma, 1939 yılında 22 yetim çocuk üzerinde yapılan ve etik kuralların hiçe sayıldığı bir deneyin ismi. Iowa Üniversitesi'nden Dr. Wendell Johnson ve Dr. Mary Tudor...

1939 yılında 22 yetim çocuk üzerinde yapılan Canavar Çalışması adlı deney, Dr. Wendell Johnson ve Dr. Mary Tudor tarafından gerçekleştirildi. Etik kuralların tamamen hiçe sayıldığı bu uygulama, konuşma terapisinin etkilerini ölçmeyi amaçlıyordu. Denek olarak kullanılacak çocukların 10’u, konuşma bozukluğuna sahipti. Kalan 12 çocuk ise rastgele seçilmişti. Konuşma bozukluğu olanlar beşerli iki gruba, olmayanlar da altışarlı iki gruba ayrıldı. Konuşma bozukluğu olan çocukların beşine sürekli olarak günden güne daha iyiye gittikleri ve konuşma becerilerinin çok iyi gelişmeler kaydettiği söylendi. Kalan beşi ise sürekli konuşma bozukluklarına ilişkin aşağılandı ve hiç gelişme kaydedemedikleri tekrarlandı.

Aynı süreç, konuşma bozukluğu olmayan çocuklar için de gerçekleşti. Altı çocuk sürekli konuşma becerileriyle ilgili övülürken, diğer altı çocuğa olumsuz söylemlerde bulunuldu. Deney, Johnson ve Tudor’u bile şaşırtacak kadar hızlı şekilde sonuç verdi. Konuşma bozukluğu olan çocuklardan olumlu telkinler duyanlar hızla gelişme kat etmiş, olumsuz söylemlere maruz kalanlar da daha da kötüye gitmişti. Ancak asıl korkunç olan, deney öncesinde konuşma bozukluğu olmayan ve aşağılanan çocukların geldiği durumdu. Çocukların tümü konuşmayı reddedecek hale gelmiş, ciddi psikolojik problemler yaşamaya başlamıştı. Deney sona erdiğinde zarar gören çocuklara olumlu konuşma terapisi uygulanmaya başlandı. Ancak hiçbirinin okul başarısı eski düzeyine dönmedi. Daha da kötüsü, Johnson ve Tudor işledikleri bu suç nedeniyle hiçbir zaman yargılanmadı.

8. Tuskegee Frengi Deneyi

Yaklaşık 40 yıl boyunca sürdürülen Tuskegee Frengi Deneyi’ni bir deneyden ziyade, korkunç bir insanlık suçu olarak nitelemek daha doğru olur. Deneyin detaylarını öğrendiğinizde, siz de bize hak vereceksiniz. Tuskegee Frengi...

1932 yılında ABD Halk Sağlığı Servisi tarafından başlatılan Tuskegee Frengi Deneyi, Amerikan tarihinin en büyük kara lekelerinden biri. Bu tarihte Büyük Buhran’ın yarattığı yıkımla boğuşan ülkede frengi salgını baş göstermişti. Henüz frenginin bilinen bir tedavisi yoktu. Ölümcül olabildiği, son derece bulaşıcı olduğu ve insan vücudunda ciddi hasarlara yol açtığı biliniyordu. Ancak tüm bu bilgiler, ABD Halk Sağlığı Servisi’ni bu korkunç deneyi yapmaktan vazgeçirmedi.

Servis, Alabama’nın Macon County bölgesinde yaşayan Afrika kökenli Amerikalılara ücretsiz sağlık hizmeti verileceğini söyleyerek onları bir dizi testten geçirdi. Testlerin sonucunda, 600 denekten 399’unun frengisi olduğu ortaya çıktı. Bu sonuç deneklerin hiçbirine söylenmedi ve hiçbiri tedavi olamadı. Çünkü servis, frenginin insan vücudundaki yayılımının etkilerini gözlemlemek istiyordu. Aradan 15 yıl geçtiğinde ve penisilinin frengi tedavisinde işe yaradığı öğrenildiğinde de bu durum değişmedi. Artık penisilin frengi hastalarına ücretsiz dağıtılıyor, kolayca tedavi edilebiliyordu. Ancak deneklerin yaşadıkları bölge sınırına çıkması ve başka bir kliniğe gitmesi yasaklanmıştı. Hasta olduğunu bilmeyen deneklerin birçoğu, frengiyi eşlerine ve çocuklarına da bulaştırdı. Bu korkunç suç, tam 40 yıl boyunca, yani New York Times gazetesi yayınladığı makaleyle bu suçu ifşa edene kadar sürdü. Bu süreçte deneklerin 28’i daha deney sonlanmadan, yapılan testler nedeniyle hayatını kaybetmişti.

9. David Reimer Deneyi

22 Ağustos 1965’te Kanada’da David ve Brian Reimer isimli ikiz bebekler dünyaya geldi. Ne yazık ki, iki bebeğin de fimoz adlı bir idrar yolları hastalığından muzdarip olduğu altı aylık olduklarında...

İki masum insanın hayatına mal olan David Reimer Deneyi, baştan sona akıl almaz bir süreç. David ve Brian Reimer isimli ikiz bebekler, 22 Ağustos 1965’te Kanada’da dünyaya geldi. Altı aylık olduklarında, her ikisinin de bir idrar yolları hastalığından muzdarip olduğu anlaşıldı. Doktorlar aileye, tedavi amacıyla iki bebeğin de sünnet edilmesini önerdi. Ameliyata ilk giren David oldu ve işlerin ters gitmesi sonucunda David’in penisi onarılamayacak düzeyde hasar gördü. Aile, bu kez de küçük bebeği dönemin en ünlü tıp akademilerinden biri olan Johns Hopkins Hastanesi’ne götürdü. Amaçları, ameliyatta yaşanan bu kazanın yarattığı hasarı mümkün olduğunca telafi edebilecek bir çözüm bulmaktı. Ancak karşılarına, dönemin en ünlü doktorlarından biri olan John Money çıktı. Cinsiyetin çocukken öğrenilen bir kavram olduğunu savunan bu akıl dışı doktor, David’in hayatının kararmasına neden olacaktı.

Dr. Money, aileye penisin onarılmasının mümkün olmadığını, ancak başka bir çözüm olduğunu söyledi. Ona göre, David’in cinsiyetini değiştirmek yeterliydi. Nasıl olsa David daha çok küçüktü ve onu bir kız çocuğu gibi yetiştirirlerse sorun ortadan kalkacaktı. Ailenin bu korkunç öneriyi kabul etmesi sonucunda, David 22 aylıkken ameliyatla testisleri alındı. Bu andan itibaren idrarını karnından açılan bir delikten yapmak ve düzenli olarak östrojen hormonu kullanmak zorundaydı. Artık yeni ismi Brenda’ydı, bir kız çocuğuydu ve bir erkek bebek olarak dünyaya geldiği herkesten sır gibi saklanacaktı.

David’in bir kız çocuğu olarak yetiştirilmesi için akıl almaz uygulamalara maruz kaldığı yıllar içinde, Brian da bu kabustan nasibini aldı. Brian da sürekli olarak gözleniyor, onun davranışları üzerinden David’in cinsiyet değiştirme sürecinde oluşabilecek hatalar tespit ediliyordu. Yaptıkları büyük hatayla yüzleşmek istemeyen aile, Dr. Money’e yıllarca her şeyin yolunda gittiğini ve David’in bu sürece harika bir şekilde uyum sağladığını söyledi. Ancak aslında David’in psikolojisi günden güne kötüye gidiyor ve elbette yapılan bu saçma sapan uygulama asla karşılığını bulmuyordu.

Aileden aldığı bilgilere göre her şeyin yolunda gittiğini sanan Dr. Money, David 13 yaşına geldiğinde ailesine ona ameliyatla bir vajina yapmayı teklif etti. Nihayet işlerin çığrından çıktığının farkına varan aile korkarak deneyi sonlandırdı. Bundan iki yıl sonra, David’e olan biten her şeyi anlattılar. Çılgına dönen David, o güne dek gerçek kimliği sandığı Brenda’yı tamamen reddetti. İlerleyen süreçte ameliyatla östrojen hormonu nedeniyle büyüyen göğüslerini aldırmak ve bu kez de testosteron hormonu kullanmak zorunda kaldı. Yaşadıkları bu korkunç kabus, hem Brian’ın hem de David’in psikolojisinde onarılmaz hasarlar açtı. Brian 36 yaşındayken, David de 38 yaşındayken intihar ederek yaşamına son verdi.

10. Küçük Albert Deneyi

Gelmiş geçmiş en korkunç deneylerden biri olarak adlandırılan Küçük Albert Deneyi, bilim tarihine utançla kazınmış bir insanlık suçu. Amerikalı psikolog John Broadus Watson’ın bilimin etik kurallarını tümüyle hiçe sayarak gerçekleştirdiği...

Küçük Albert Deneyi de etik kurallarının tümden hiçe sayıldığı bir deney. Bu deneyin kurbanının yalnızca sekiz aylık küçücük bir bebek olması, olan biteni daha da tahammül dışı kılıyor. Amerikalı psikolog John Broadus Watson ve öğrencisi Rosalie Rayner tarafından yapılan bu deney, şu sorunun yanıtını arıyordu: Korku insanın doğuştan sahip olduğu bir güdü mü, yoksa sonradan edindiği bir refleks mi? Bu sorunun yanıtını bulmak için, ailesinden izin alabildikleri Albert adında sağlıklı bir bebeği buldular. Deneyin ilk aşamasında, Albert’e daha önce hiç görmediği tavşan, beyaz fare, maske ve peruk gibi bazı objeler gösterildi. Albert bu objelerin hiçbirine olağandışı bir tepki vermedi. Ardından, bebek boş bir odaya kapatıldı. Watson ve Rayner odanın içine beyaz bir fare saldı ve Albert’in tepkilerini gözlemlemeye başladı.

Albert fareyi görünce güldü ve onunla oynamaya çalıştı. Gözlemciler, Albert fareye her dokunduğunda demir ve çelik çubuklarla rahatsız edici bir ses çıkarmaya başladılar. Albert sesten korkup ağlamaya başladığında duruyor, sakinleşip yeniden fareye dokunduğunda tekrar başlıyorlardı. Gitgide daha çok ürken bebek, bir süre sonra fareye dokunmaktan korkar oldu. Bu korkunç uygulama birkaç gün boyunca sürdü. Watson işi daha da çığrından çıkararak Albert’in yanına beyaz ve tüylü başka objeler sokmaya başladı. Önce bir pamuk, ardından bir tavşanla devam eden bu süreç; Watson ve Rayner’in beyaz tüylü kostümlerle odaya girmesine kadar ilerledi. Artık kimse çubuklarla ses çıkarmıyor olsa bile Albert gördüğü tüm bu objelerden çok korkuyor ve hemen ağlayarak kaçmaya çalışıyordu. Günlerce bu psikolojik işkenceye maruz kaldı.

Deney sona erdiğinde, Watson ve Rayner kayıplara karıştı. Albert’in psikolojisinin iyiye gitmesi için hiçbir çaba göstermediler. Senelerce korkularla yaşayan ve sürekli tetikte olmak zorunda hisseden küçük çocuk, hidrosefali nedeniyle yedinci yaşını bitiremeden hayatını kaybetti.

11. MKUltra Projesi

CIA’in bir alt kuruluşu olan Bilimsel İstihbarat Birimi (SID), 1950 ile 1960 yılları arasında insan davranışlarını ve zihin kontrolünü temel alan çok sayıda deney yaptı. Bugün, söz konusu deneylerin tümünün...

MKUltra Projesi, CIA’in bir alt kuruluşu olan Bilimsel İstihbarat Birimi'nin (SID), 1950-1960 yılları arasında insan davranışlarını çözümlemek için gerçekleştirdiği bir dizi yasa dışı deneyin genel ismi. Hepsi başarısızlıkla sonuçlananan bu deneylerde çoğunlukla zihinsel engelli bireyler, uyuşturucu bağımlıları, genelev çalışanları ve mahkumlar kullanıldı. Tahmin edebileceğiniz üzere, deneklerin neredeyse hiçbiri bu çalışmalarda kullanılmaya gönüllü olmamıştı. Kırk dördü üniversite olmak üzere toplamda seksen enstitünün ortaklaşa yürüttüğü bu korkunç suç, senelerce tüm dünyadan gizlendi. 1973 yılında tamamen sonlandırılan projenin belgeleri Watergate Skandalı’nın ardından yok edildi. Geriye yalnızca 20 bin belge kaldı ve sadece bu belgelerden bile binlerce insanın bu proje nedeniyle psikolojisinin bozulduğu ya da yaşamını yitirdiği anlaşılıyor.

MKUltra Projesi kapsamında deneklere LSD gibi halisünojen maddeler çok yüksek dozlarda verildi. Amaç, davranışların gözlemlenmesi ve bu doğrultuda çeşitli ilaçlar üretilmesiydi. Proje kapsamında insan beyninde algılama ve sorgulama süreçlerini devre dışı bırakacak, alkolün etkilerini sıfırlayacak, işkenceye karşı direnci artıracak veya yaşlanma belirtilerini geciktirecek ilaçlar geliştirmek isteniyordu. Bu çabalar sonuçsuz kaldığı gibi, deneklerin birçoğuna karşı işkence, fiziksel şiddet ve cinsel istismar gibi korkunç suçlar da işlendi. Proje belgelerinin çoğu yok olduğu için, deneyin tam olarak hangi boyutlara ulaştığı hâlen bilinmiyor.

12. Üçüzler Deneyi

12 Temmuz 1961 tarihinde, bekar bir anne bir hastanede doğum yaptı. Bu doğumda dördüz bebekleri oldu, ancak hem dördüzlerden biri hem de anne doğum sırasında yaşamını yitirdi. Geride kalan üç...

Tıpkı Josef Mengele gibi, ikizlerin ya da üçüzlerin hayatını karartan bir diğer doktor da Dr. Peter Neubauer’di. Neubauer, ikizlerin veya üçüzlerin birbirlerinden habersiz ve tamamen farklı koşullarda yetişmesi durumunda nasıl hayatlara sahip olacağını görmek istiyordu. Bu istek doğrultusunda gerçekleştirdiği deneyin kurbanları da 12 Temmuz 1961’de New York’ta dünyaya gelen üçüzler oldu. Üçüzlerin annesi aslında dört çocuk dünyaya getirmiş, ancak bebeklerden biri doğum sırasında yaşamını yitirmişti. Anne de bekardı ve doğumdan hemen sonra hayatını kaybetti. Bu nedenle üçüzler New York'taki Louise Wise Evlatlık Edinme Merkezi’ne gönderildi. Burada Neubauer’in emriyle, her biri farklı ekonomik ve kültürel düzeylere sahip ailelere evlatlık verildi. Ailelerin evlatlık aldığı bebeklerin iki kardeşi daha olduğundan haberi yoktu. Bu gerçeği bilen tek kişi Neubauer’di.

Üçüzler birbirlerinden habersiz şekilde büyüyerek 19 yaşına geldiler. Bu süreçte Neubauer her yıl her birinin evine araştırmacılar yolluyor, bunun rutin bir uygulama olduğunu söyleyerek üçüzlerin durumunu inceliyordu. Üçüzlerin isimleri Eddy, Robert ve David’di. Robert 1980 yılında New York SUNY Sullivan Meslek Yüksek Okulu’na başladı ve burada arkadaşlarının onu sürekli Eddy isminde biriyle karıştırdığını fark etti. Onu Eddy sanan birçok kişi yolda selam veriyor, tanımadığı insanlar ona Eddy diye sesleniyordu. Bu gizemli Eddy’nin kim olduğunu çok merak eden Robert, ortak arkadaşlarını devreye sokarak Eddy’le bir araya gelmeyi başardı. Böylece üçüzlerden ikisi ilk kez karşılaştı ve tahmin edebileceğiniz üzere benzerlikleri nedeniyle şok geçirdiler. Konuştukça ikisinin de aynı gün doğduğu ve aynı merkezden evlatlık verildikleri ortaya çıktı. İkizlerin yıllar sona buluşması yerel basının da ilgisini çekti ve fotoğrafları gazetede yayınlandı.

Gazetede yayınlanan fotoğrafı görünce şaşkınlıkla donakalan bir isim daha vardı elbette. David kendisine tıpatıp benzeyen ikizleri bulmak için hemen harekete geçti. Böylece üçüzler bir araya geldi ve yıllarca neden ayrı kaldıklarını araştırmaya başladılar. Bu sayede, Neubauer’in tek kurbanları olmadıklarını da öğrendiler. Çok sayıda bebeğin kardeşlerinden ayrı bir hayat sürmesine sebep olan doktor, bu deneyi başka ikizlere ve üçüzlere de uygulamıştı. 2008 yılında hayatını kaybetmiş ve araştırmasından elde ettiği tüm verileri 2065 yılına kadar gizli kalmak koşuluyla Yale Üniversitesi’ne teslim etmişti. Veriler hâlen gizli tutuluyor. Ayrıca, bu verilerden ne sonuç çıkarsa çıksın; deneklerin kardeşlerinden ayrı geçirdikleri vakit telafi edilemiyor.

Ege Ertan Yazar
28.04.2022
İlgili İçerikler

Suç belgeselleri tarafından öğrendiğimiz tek bir şey varsa o da seri katillerin kesinlikle insanlardan farklı bir tür olduğudur. Gölgelerde saklanan...

İnsanlara çeşitli vaatler veren, umut satan ya da insanları psikolojik baskı altına alıp onlardan para talep eden kişilere maalesef hepimiz...

Kısa süre içerisinde Amerika’nın sevgilisi olan genç ve hırslı bir girişimciden tüm zamanların en nefret edilen insanlarından bir tanesine dönüşen...

D.B. Cooper ismini ve hikayesini daha önce hiç duymadıysanız şimdi arkanıza yaslanın ve bu mükemmel suç hikayesinin keyfini çıkarın. D.B....

Benzer İçerikler

Suç belgeselleri tarafından öğrendiğimiz tek bir şey varsa o da seri katillerin kesinlikle insanlardan farklı bir tür olduğudur. Gölgelerde saklanan...

Kısa süre içerisinde Amerika’nın sevgilisi olan genç ve hırslı bir girişimciden tüm zamanların en nefret edilen insanlarından bir tanesine dönüşen...

Pek çoğumuz soygun filmlerine bayılıyoruz. Hatta bu konu o kadar çok seviliyor ki La Casa De Papel dünyanın en çok...

D.B. Cooper ismini ve hikayesini daha önce hiç duymadıysanız şimdi arkanıza yaslanın ve bu mükemmel suç hikayesinin keyfini çıkarın. D.B....