1913 yılında, Fransa’nın Cezayir bölgesindeki Mondovi kasabasında dünyaya geldi. Her ne kadar kendisini “ filozof” olarak adlandırmasa ve her türlü etikete karşı çıksa da, varoluşçu bir filozof ve absürdüzmin öncüsü olarak kabul edilen Camus, felsefe dünyasını derinden etkiledi. Tarihteki önemli savaşlara yakından tanıklık etmesi, onu Marksizm’den komünizme, insan haklarından ulus ve kimlik aidiyetine kadar pek çok konuda kafa yormaya, sorgulamaya ve mücadeleye itti. Öte yandan, yazar olarak kalemi son derece güçlü ve etkileyici olan Camus, 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu.
Babası Cezayirli bir Fransız, annesi ise İspanyol kökenli olan Camus, yoksul bir çocukluk geçirdi. Bu yoksul çocukluk, babası 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nda ölünce, daha da trajik bir hal aldı. Ardından Camus, annesi ve erkek kardeşi, büyükannesi ve dayısının yanına taşındı. Burda oldukça zor koşullarda yaşadı ve bu dönem, önemli eserlerinde izlerini görebileceğimiz bir dönemdi. Öğretmeninin yardımıyla iyi bir lisede burs kazandı; bu sırada futbolla ilgilenmeye ve edebiyat, felsefe okumaya başladı. Özellikle Antik Yunan filozoflarından ve Nietzsche’den etkilendi. 1930 yılında verem olduğu için hem eğitimine ara vermek hem de futbolu bırakmak zorunda kaldı; bir yandan da çalışmak zorundaydı. 1933’te Cezayir Üniversitesi’nde Felsefe bölümünde okumaya hak kazandı; bu dönemde Dostoyevski, Kafka gibi yazar/filozoflardan da etkilenmeye, bir yandan da siyasi olaylara angaje olmaya başladı. 1934’te, İspanya’da sonraları iç savaşa yol açacak gelişmelerden duyduğu kaygının etkisiyle, Fransız Komünist Partisi’ne katıldı; ancak sorgulayan ve eleştirel aklı, bir yıl sonunda, Marksist temelli bu partiden ayrılmasıyla sonuçlandı. Ardından bir de Cezayir Komünist Partisi’ne katılan Camus, Stalin karşıtı görüşlerinden dolayı bu partiyle de ters düştü. 1936 yılında eğitimini tamamladı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, hastalığı nedeniyle orduya giremeyince, Fransız direniş örgütüne, örgütün gazetesinde çalışarak destek verdi. Bu sıralarda felsefe üzerine eğitimler de vermeye başladı ve 1941’de, en önemli eserleri olan Yabancı ile Sisifos Söylemi’ni tamamladı. Savaş sonrası gazete daha ticari bir kimliğe bürününce, burdan ayrıldı. Bu dönemde, varoluşçuluğun en önemli temsilcilerinden olan Jean-Paul Sartre ile tanıştı. Ardından, Sartre ve Beauvoir gibi önemli felsefeci ve yazarların bir araya geldiği Café de Flore’ye sık sık girmeye başladı. Bu sıralarda Amerika’ya seyahat etti ve burda varoluşçuluk üzerine dersler verdi. Komünizme yönelik eleştirilerinin etkisiyle pek çok arkadaşından uzaklaşması ve 1949’da verem hastalığının nüksetmesiyle daha çok kendi içine dönen Camus, bu süreçte Başkaldıran İnsan kitabını yazdı. Bu kitabı, Sartre başta olmak üzere pek çok arkasıyla yollarını tamamen ayrıldı. Ardından Camus, daha çok tiyatro oyunlarına yöneldi. 1950’lerde inan haklarıyla ilgili mücadelelere başladı; BM ve UNESCO’da faaliyetlerde bulundu.
Hayatın ve ona bir anlam yüklemek adına yapılan her şeyin absürd (saçma) olduğunu savundu. Ona göre tek bir gerçek vardı; bu da ölümdü. Bu absürdlüğe karşı yapılabilecek tek şey de intihar etmekti. Gelin görün ki Camus, 1960’da bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Yabancı, Veba, Sisifos Söylemi, Başkaldıran İnsan, Düşüş, Sürgün ve Krallık, Sıkıyönetim (Tiyatro Oyunları), Yolculuk Günlükleri, dilimize çevrilen eserlerinden bazılarıdır.